Maria Tymoczko,Selen Yalılı Ceyda Elgül Çeviri ve Nörobilim

Çeviri
Çeviri ve Nörobilim [The Neuroscience of Translation]

Maria TymoczkoMassachusetts Üniversitesi

Translated by Selen Yalılı1 Ceyda Elgül1’ün gözetiminde1Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Bölümü

Yazılı ve sözlü çeviri sürecinde yer alan nörolojik mekanizmalar çeviribilim alanının başlıca bilinmeyenlerindendir. Çeviribilim yazılı ve sözlü çeviri ürün ve süreçlerinin birçok yönünü, dilbilimselden metinsele çeşitli bakış açılarıyla ve çeviri politikasından bilişsel bilime farklı bağlamlarda incelemiştir. Yine de moleküler biyoloji ve beyin düzeyinde çevirinin üretim ve alımlanmasıyla ilgili çok az şey bilinmektedir.11.Bu makalenin devamında sözlü çeviriyi yazılı çeviri başlığına dahil edeceğim, çünkü bu süreç hem metinsel hem de sözlü-işitsel olabilir. Bu “terra incognita”nın büyük bir kısmı önümüzdeki çeyrek yüzyılda nörobilim tarafından araştırılıp ortaya konulacaktır. Gelecek on yıl içerisinde çeviri ve dil işleme konusuyla ilgili önemli keşifler yapılacaktır. Bu keşifler sayesinde, makro düzeydeki gözlemlenebilir davranışlar ile çevirinin üretim ve alımlanması sürecinde nöronlarda ve beynin nöronal yolaklarında mikro düzeyde neler olduğu ilişkilendirilecektir.

Geçtiğimiz yirmi yılda insanların beyin fonksiyonlarını gözlemlemek amacıyla yeni ve etkili teknikler geliştirilmiştir. Yeni teknolojiler sayesinde beynin işleyişini izlemeyi, nöral yolakları açığa çıkarmayı ve hatta kimi nöronların faaliyetlerini takip etmeyi başaran nörobilim, hızla gelişen bir alan haline gelmiştir. Bu makale, hâlihazırda alanda kabul görmüş ve gelecekte çeviriye hangi bakış açılarıyla yaklaşabileceğimize dair geçerli önermelerde bulunan algı, bellek ve beyin plastisitesi konulu nörobilim keşiflerine odaklanmaktadır.

Anahtar kelimeler:
  • nörobilim,
  • algı,
  • bellek,
  • plastisite,
  • beyin,
  • kültürel şekillenme
İçindekiler

1.Giriş

Çeviri eyleminde rol oynayan nörolojik mekanizmalar çeviribilimin başlıca bilinmeyenlerindendir. Çeviribilim, yazılı ve sözlü çeviri süreç ve ürünlerinin çeşitli yönlerini dilbilim, metinsel çalışmalar, kültürel çalışmalar, bilişsel bilim ve pek çok başka alanın çerçevesinden irdelemiş ve keşfetmiştir. Yine de çevirinin moleküler biyoloji ve beyin düzeyinde üretimi ve alımlanmasıyla ilgili çok az şey bilinmektedir. Bu çalışma çeviribilim alanında öncü niteliği taşımaktadır. Bilim insanları çeviri sürecini sesli düşünme protokolü, göz izleme, klavye dinleme sistemi ve çeşitli sözlü çeviri süreci analiz biçimleri ile irdelemiştir. Kimi çalışmalarda nörogörüntüleme tekniği kullanılarak çeviri yapan çevirmenlerin beyni incelenmiştir. Fakat çevirmen hala çeviribilimde “kara kutu” olarak nitelendirilmektedir. Ayrıca çeviribilim alıcı kişilerin çeviriyi bilişsel veya nörolojik düzeyde alımlamasını araştırmaya yeni başlamıştır. Bu terra incognitanın büyük bir kısmı gelecek çeyrek yüzyılda nörobilim tarafından araştırılıp ortaya konulacak, önümüzdeki on yıl içerisinde çeviri ve dil işleme konusuyla ilgili önemli keşifler yapılacaktır. Bu keşifler, makro düzeydeki gözlemlenebilir davranışlar ile nöron düzeyindeki mikro çerçevede çevirinin üretim ve alımlanması sürecinde beyinde ne olduğunu ilişkilendirecektir.

2005 yılında, Meta’nın yayın hayatına başlamasının ellinci yıl dönümü kutlamasında “Çeviribilimde Araştırma Yörüngeleri” (Trajectories of Research in Translation Studies) konusuna değinerek, çeviribilimin gelecekte ele alacağı en önemli alanlardan birinin nörobilim olacağını belirtmiştim.

Önümüzdeki yıllarda yapılacak olan en köklü ve çarpıcı araştırmalar, belki de nörofizyologlar tarafından yürütülen çeviri araştırmaları sonucunda ortaya çıkacak. Bilim insanları için çevirmenlerin eylemleri hâlihazırda anlaşılması güç bir konu. Tüm işi zamanlayıp hatırlayan bilgisayarlar yardımıyla, çevirmenlerin çalışma seçimleri izlenerek bazı ipuçları elde edilmiştir. Diğer araştırmalar ise, çevirmenlerin günlüklerine bakarak veya sesli düşünme protokollerini kaydederek çeviri sürecinin açığa çıkarılmasını amaçlamıştır. Fakat çevirmenler iki dil arasında hareket ederken beyinde gerçekte neler olduğunu gösteren bütün bu yöntemler olsa olsa ilkel olarak nitelendirilebilir…

Yakın gelecekte başlayacak olan son derece güçlü, ilginç ve önemli araştırma alanları, hem çevirinin ele alınmasını ve çeviriye olan yaklaşımı, hem de çeviribilimdeki araştırmanın yapısını kökten değiştirecektir. Dil, dil edinimi ve iki dillilikle ilgilenen biyologlar, çeviribilimin asıl oyuncuları olacaktır. Araştırmalar bireysel çalışan kişiler yerine çeviri araştırmacıları, bilişsel bilimciler, nörofizyologlar, okuryazarlık ve dil uzmanlarını kapsayan araştırma ekipleri tarafından yürütülecektir.(Tymoczko 2005: 1092–93)

Bu sözleri sarf ederken benim de bu alanda çalışmaya başlamamın pek de ihtimaller dâhilinde olmadığını düşünüyordum.

Çeviribilimin nörobilimle olan ilişkisine merakım Çeviriyi Genişletmek, Çevirmeni Güçlendirmek (Enlarging Translation, Empowering Translator, 2007) başlıklı kitabı yazarken başladı. Bu kitabı yazmaya başlamadan önce çeviribilim gibi kültürlerarası bir alanın nasıl kuramsallaştırılabileceği ve aynı şekilde kültürlerarası olan çeviri kavramının nasıl ele alınıp tanımlanacağıyla ilgilenmekteydim. İlgimi çoğunlukla çeviribilimi farklı coğrafyalara yaymak, alanı Avrupa merkezli kültürlerin çıkar ve dar varsayımlarından öteye taşımakla alakalı bu konular çekiyordu. Alandaki çeviri kavramına olan yaklaşımdan memnun değildim; çünkü yapılan çoğu araştırmanın çevirinin tanımlanması ve modellenmesindeki bazı sorunları hafife aldığını hissetmiştim. Bu tutum özellikle, çevirinin öncelikli olarak sözlü kültürlerin kalıpları çerçevesinde şekillendiği farklı kültürel ve dilsel bağlamlar karşısında bir sorun teşkil etmekteydi.

Çeviriyi Genişletmek, Çevirmeni Güçlendirmek kitabını yazarken bilişsel bilimin kavram ve kategorilere yaklaşımıyla ilgili detaylı araştırmalar yapmaya koyuldum. Araştırdıkça, çevirinin kültürden kültüre değişen tanımları bir yana, çeviribilimde çeviri kavramının kendisine çok yönlü ve incelikli bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu daha da belirgin bir hal aldı. Bu araştırma, kitabın 2. ve 3. bölümlerinde yer almakla birlikte, 6. bölümde görülen kültürel çeviriye olan yaklaşımımı da kapsıyor. Fakat kitabı yazarken bile kavrama sorununun çeviride etik meselesini doğrudan beraberinde getirdiğini fark ettim. Bu mesele kitabın ikinci yarısında yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Bu nedenle Çeviriyi Genişletmek, Çevirmeni Güçlendirmek’i bitirdiğimde çeviri ve kavrama konulu araştırmalarıma devam etmek ve özellikle nörobilim çalışmalarıyla çeviri teorisi ve uygulaması sorunları arasında bir ilişki olup olmadığını incelemek istemiştim.

Tesadüf eseri, popüler kaynaklar aracılığıyla konuya girmenin bir yolunu buldum ve kısa bir süre sonra arkadaşlarım, akrabalarım ve iş arkadaşlarım bana okumam için bir şeyler vermeye başladı. Gerçek araştırma alanları ve bilimsel araştırmaların fiili sonuçları henüz bilinmiyor veya tam olarak tanımlanmamış olsa da bu makalenin yazılış amacı nörobilim alanındaki bazı güncel araştırma sahalarını açıklayarak alanın çeviribilimdeki meseleleri nasıl etkileyeceğini göstermektir. Bu makalenin amacı çeviriye bilişsel bilim perspektifinden yaklaşan çalışmaları (veya çeviribilim alanında nörogörüntüleme yönteminin deneme niteliğindeki ilk uygulamalarını) gözden geçirmek değildir: İkinci kategorideki çalışmalar, çeviribilimin başlıca bilinenlerinden bazılarını yansıtmaktadır.22.Bilişsel bilimin çeviriye olan yaklaşımları için Danks ve ark. (1997), Shreve (2009) ve atıfta bulunulan diğer kaynaklara bakınız. Bilişsel ve ruhdilbilimsel yaklaşımların iki dillilikle ilgili yaptığı araştırmalar Groot ve Kroll’da (1997) bulunmaktadır. Ayrıca iki dillilik üzerine yapılan bazı araştırmalar başta Paradis’nin çalışmaları olmak üzere (2004, 2009) nörobilimdeki gelişmeler kapsamına dahil edilmeye başlanmıştır. Bu yayının yer aldığı özel sayının konusuyla da ilgili olarak, nörobilimin çeviriyi doğrudan etkileyen ve henüz tam olarak anlaşılmamış üç ana araştırma alanı olan algı, bellek ve plastisite üzerine odaklanacağım. Bu konuları çevirinin moleküler biyoloji düzeyindeki bilinmeyenlerini gösteren geniş bir olasılıklar dizisi içinden bizzat seçtim; çünkü kanaatimce bu konular aracılığıyla çeviribilimciler, makro düzeyde kavramsal olarak aşina oldukları nörobilim alanının teknik tarafına uygun bir giriş yapabilirler. Ayrıca nörobilimin bu üç konuyla ilgili sunduğu bulgular, çeviribilimde mevcut olan pek çok ortak görüşü sorgulatan nitelikte olmakla birlikte çeviri alanına gözle görülür kazanımlar vaat etmektedir.

İlk olarak nörobilim alanındaki yöntemlere kısaca bir göz atalım. Bu zamana kadar, beynin çalışmasıyla ilgili nörolojik düzeydeki bilgilerin çoğu gerçekten de kaza sonucu elde edilmiştir. Kaza insan beyninin belirli bir bölgesinde bir hasara yol açtığında, kişide davranışsal ve bilişsel bozukluklar meydana geldiği gözlemlenebilmiştir. Bu nedenle, beynin hasar görmüş belirli alanlarıyla bazı mental becerileri ilişkilendirmek mümkün olmuştur. Bu tarz gözlemler, beynin belirli alanlarının belirli işlevler için kullanıldığını ortaya koymuştur. Ayrıca bazı vakalarda, Brenda Milner veya V.S. Ramachandran gibi yetenekli araştırmacılar belirli hastalık belirtileri veya patolojileri olan hastaları deneyler ve başarılı terapiler aracılığıyla inceleyerek, beynin işlevleri hakkında çeşitli tespitlerde bulunmuştur. Bu nedenle, denek olarak kullanılan insanlar hala hayattayken çoğu beyin işlevi araştırılabilmiş ve bu beyin işlevleri hasar gören beynin otopsisinde incelenerek doğrulanabilmiştir.

Geçtiğimiz yirmi yılda insanların beyin fonksiyonlarını gözlemlemek amacıyla yeni ve etkili teknikler geliştirilmiştir. Yeni teknolojiler sayesinde beynin işleyişini izlemeyi, nöral yolakları açığa çıkarmayı ve hatta kimi nöronların faaliyetlerini takip etmeyi başaran nörobilim, hızla gelişen bir alan haline gelmiştir. Bu teknikler, moleküler biyoloji düzeyindeki nöral gelişimi, değişimi ve beynin yapı ağını açığa çıkaran yeni tekniklere ek olarak, fMRI (manyetik rezonans görüntüleme) gibi nörogörüntüleme ve PET (pozitron emisyon tomografisi) gibi tomografi yöntemlerini de kapsamaktadır. Bu yeni yaklaşımlar sürekli geliştirilmekte ve daha iyi bir hale getirilmektedir. EEG (elektroensefalografi) gibi eski yöntemler ise yenilikçi ve üretken amaçlar için etkin bir şekilde kullanılmaktadır. Böylece canlı bir beyni görüntüleyip gözlemlemek mümkün hale gelmiştir. Yakında araştırmacılar çevirmenin çeviri esnasındaki beyin aktivitesinin rastgele düşünceler veya duyusal girdilerle değil, çevirinin belirli yönleriyle ilişkili olduğunu söyleyebilecektir. Bu nedenle bu teknikler üzerinde giderek daha fazla durulmaktadır.

Aşağıda tartışılacak ve algı, bellek ve beyin plastisitesi ile ilgili nörobilim alanındaki bulgular, Scientific American gibi saygın kaynaklarda yayınlanmış makalelerde ya da bu konularla ilgili daha detaylı bir kaynak olan Eric Kandel’ın Belleğin Peşinde (In Search of Memory, 2006) başlıklı çalışmasında yer almıştır.33.Bu makalede yaptığım alıntıların çoğu bu tür kaynaklardan gelmektedir. Daha detaylı teknik tartışmalar için, genel okuyucu kitlesine hitaben yazılan açıklamalarda atıfta bulunulan kaynaklara ve yayın aşamasına olan dördüncü kitabım Çeviri ve Nörobilim (Neuroscience and Translation)’e bakınız. Bahsi geçen kaynakların hepsi genel okuyucu için hazırlanmıştır. Çeviri ve nörobilim arasındaki başlıca bilinmeyenlerin açıklanmasında güvenilir ve anlaşılması kolay kaynaklar kullanılmasının bir faydası da bu tarz kaynaklarda raporlanan bulguların, bu fikirlerle ilgilenmeyi düşünen çeviribilim araştırmacılarına erişebilir nitelikte olmasıdır. Fakat buna ek olarak, bu tür yayınlar çoğu bulgunun çok da yeni olmadığını göstermektedir: Aslında aşağıdaki tartışmaların birçoğu, on yıldan uzun bir süredir moleküler biyologlar ve nörobilimciler tarafından kabul edilmektedir ve sonuçlar 1990’lara dayanan büyük bilimsel araştırma programlarından derlenmiştir. Bu araştırmalar, yüksek tirajlı dergilerde raporlanabilecek yeterlikte güvenilirlik kazanmıştır. Bu nedenle aşağıda ele alınan çalışmaların birçoğu, nörobilim alanında yakın gelecekte de geçerliliğini sürdürecek güçte olan mevcut hâkim düşünceyi yansıtmaktadır. Bu makaledeki amacım, nörobilim alanındaki anlaşılması güç veya tartışmaya açık araştırmaları paylaşmak değildir. Burada yeni olan, çeviri fenomenoloji ve sosyolojisini daha iyi anlayabilmek amacıyla mevzubahis sonuçları nörobilimden çeviribilime aktarma girişimidir.

2.Nörobilim ve algı

Nörobilim alanında insan beyniyle ilgili daha çok bilgi edinildikçe, algı kavramının kendisi de büyük ölçüde değişim göstermiştir. “Duyu verilerinin” (sense data) alımlanmasından ibaret olmayan insan algısının kültür ve deneyimlerle şekillendiği görülmektedir. Bu durum çevirmenlerle oldukça alakalıdır, çünkü neyi nasıl çevirdiğimiz görüş ve algımıza bağlıdır. Ayrıca hedef kitlenin çevirileri nasıl yorumladığını da yine bu kişilerin ne görüp ne algıladıkları belirler.

Fiziksel ve nörolojik kapasite açısından herkes aynı algı becerilerine sahip değildir. Örneğin görme bağlamında hepimiz aynı şekilde görmeyiz. Bazı insanlar miyopken diğerleri hipermetroptur. Kimi insanlar gözün normalde algılayabildiği renk aralıklarını görebilirken, kimi insanlar da renk körüdür ve bunun gibi örnekler çoğaltılabilir. Gördüğümüz şeylerdeki fiziksel farklılıkların rolüne verilebilecek en açık ve net örnek, insanların ve kuşların görme yeteneklerinin karşılaştırılmasıdır (Goldsmith 2006). Kuşların retinasında dört çeşit renk reseptörü bulunduğu için (çoğu memelide iki çeşit, insanların da dahil olduğu primat takımında ise üç çeşit renk reseptörü mevcuttur) insanlar ve kuşlar aynı şeyleri görmez. Bu nedenle kuşlar ultraviyole aralığına yakın renkleri görür. Bu da algıladıkları diğer tüm renkleri gölgelendirmektedir.

Fakat ne gördüğümüz sadece fiziksel kapasite ve nörolojik potansiyelimize bağlı değildir. Ramachandran’ın belirttiği gibi “Göz yuvarlağı, görüntüyü çarpıtır, kavislidir... Göz merceği görüntüyü tersine çevirir, yani görüntü baş aşağıdır. İki göz sayesinde iki görüntü elde edilir. Beyin bu görüntüyü yorumlar” (Colapinto 2009: 80’den alıntılanmıştır; vurgu yazara ait). Çeviri ile görme, fizyolojik ve biyokimyasal sinyaller arasındaki ilişki, ya da görme ve çevirinin alımlanması arasındaki ilişki en çok kültür alanında dikkat çekmektedir. Kültürel özellikleri nasıl çevirdiğimiz ne gördüğümüze bağlıdır, fakat aslında kültürü nasıl görüp algıladığımız hem fiziksel kapasite ve nörolojik ağ yapımıza, hem de -çelişkili bir şekilde- algı üzerinde etkisi olan ve algıyı şekillendiren kültüre bağlıdır. Yani algı ve kültür arasında birbirini takip ederek yineleyen bir ilişki vardır.

Bu yineleyici ilişki doğuştan beyinde bulunmaktadır ve kültür çok küçük yaşlarda insanın algısını tanımlamaya ve sınırlamaya başlar. Altı aylık bebekler dünyadaki tüm dillerde kullanılan seslerin tamamını agularken, dokuz aylık bebekler sadece kendi kültürel çevrelerinde bulunan dil veya dillerin fonemlerini agular.44.Bkz. Ellis’in ilgili bulguları (2006: 183–86). Benzer şekilde, bebekler altıncı ayda maymunların yüzlerindeki bazı özellikleri kolayca ayırt edebilirken dokuzuncu ayda bu becerilerini yitirirler. Bu konuyla ilgili çalışan Lisa S. Scott’un araştırmasında gözlemlendiği üzere, dokuzuncu aydan itibaren bebekler “kendi çevreleriyle ilişkili olan şeyleri öğrenmeye başlar. Maymun yüzleri arasında ayrım yapmanın önemsiz, insan yüzleri arasında ayrım yapmanın ise önemli olduğunun farkına varırlar. [Kendi kültürlerinde] neyin önemli neyin önemsiz olduğunu ayırt ederler”. Aynı zamanda Lisa S. Scott bebeklerin “algıyla ilgili bilgileri ayırt etme becerilerinin giderek sınırlandığını” belirtir (2007). Bu nedenle insan algısıyla gerçekte ne görüp duyduğumuz, kişisel anılarımız oluşmaya başlamadan uzun bir zaman önce kültürel kategori ve zorunluluklar tarafından etkisiz hale getirilmeye başlanmıştır.

Kültür tarafından şekillendirilmesinin yanı sıra, algının dışarıdan elde edilen duyu verilerinin doğrudan alımlanmasından ibaret olmadığı, farklı kaynaklardan elde edilen verilerin bir araya gelmesiyle oluştuğu düşüncesi giderek daha fazla kabul görmektedir. Örneğin nörologlar görsel imgelerin oluşumunun retinadan beyne basit bir aktarımdan ibaret olmadığını keşfetmiştir. Aslında beyin görsel imgeleri, retinadaki farklı reseptörler tarafından kontrol edilip kendisine gönderilen en az bir düzine farklı bilgi kanalı aracılığıyla bir araya getirir. Bu kanallar; köşe, kontur, şekil, derinlik, ton, gölge, parlaklık, hareket ve diğer özellikleri içeren birtakım görsel uyaranlar hakkında bilgi aktarır (Werblin ve Roska 2007). Beyin, ne görüldüğüyle ilgili bir karar vermek için nesnenin bu gibi özelliklerini görme alanında bir araya getirir. Sonuç olarak görüş bölünemez bir şey değildir ve retinadan gelen veri akışının derlenme süreci herkes için aynı olmayabilir. İnsanlar görmeyi öğrenmelidir fakat öğrendiklerimizin hepsi bilinçli olarak hatırlanmaz. Oliver Sachs’ın çalışmasında yer aldığı üzere: “Doğumda ya da doğumdan kısa bir süre sonra bazı nesneler tanınabilir, örneğin yüzler. Ancak nesneler dünyası, bunun da ötesinde, bakma, dokunma, ele alma, nesnelerin hislerini görüntüleriyle ilişkilendirme gibi deneyim ve hareketler aracılığıyla öğrenilmelidir” (2010: 27).55. Wixted ve Squire (2011) bütünleşmiş bellek yollarının oluşumunda rol alan görsel, mekânsal, zamansal, dokunsal, duygusal ve işitsel vd. deneyimsel yönlerin entegrasyonunu tartışmıştır. Bu temel öğrenmeye bilinçli bellekte kolay erişilemez.

İnsanlar kültürel yapı ve kişisel deneyimlerle şekillenen algılarının, görüp duyduklarımıza karşı geliştirdiğimiz yargılar üzerindeki -bunlara duyusal dünyaya yönelik ahlaki, duygusal ve değer yargılarımız da dâhildir- etkisinin farkında değildir.66.Bu makalede bilinçdışı ve bilinçli olmayan terimleri psikoanalitik bağlamda değil, aşağıda bahsi geçen açık ve örtülü belleğe atıfta bulunurken dönüşümlü olarak kullanılmıştır. Ancak bellek ve diğer zihinsel işlevlerin algıda önemli bir rol oynadığı aşikârdır. Eric Kandel duyu sistemlerinin sadece “hipotez üreticisi” olduğunu ve dünyayı algılayışımızın “ne doğrudan ne de eksiksiz bir şekilde” gerçekleştiğini söyler. Algıların neticesinden büyük ölçüde bellek sorumludur. Bu nedenle algı ve bellek (örtük ve açık) ayrışmaz bir şekilde iç içe geçmiş durumdadır. Retina örneğinde olduğu gibi, aklımızdaki görüntüler oldukça zengin, çalışırken kullandığımız bilgiler ise kısıtlıdır (krş. Gawande 2008: 63). Algı aslında dış dünyada neler olduğu konusunda beynin gerçekleştirdiği “en iyi tahmin”dir (Gawande 2008: 63). Görme olayında zihin, resmin büyük bir kısmını kendisi tamamlar ve bu süreçte bellekten yararlanır. Bu durum beynin birincil görme korteksinin nöral yapısından –örn. nöral ağların sadece yüzde 20’si retinadan, kalan yüzde 80’i ise beynin bellek gibi yönetim işlevleriyle ilişkili bölgelerinden gelmektedir- anlaşılmaktadır (Gawande 2008: 63). İngiliz nöropsikolog Richard Gregory görsel algının yüzde 90’ından fazlasının bellek, yüzde 10’undan azının ise duyu sinirlerindeki sinyallerden oluştuğunu düşünmektedir (Gawande 2008: 63’ten alıntılanmıştır).77.Bellekten elde edilen veriyi daha iyi anlamamızı sağlayacak gerçek algısal verilerin eksikliğine dair daha teknik bir açıklama Raichle 2010’da bulunmaktadır. Ayrıca bkz. Holcombre 2009. Bu nedenle algı bir çıkarımlar sürecidir; bu süreçte zihnin, gelişmemiş, zayıf ve dağınık sinyalleri, çeşitli duyu kanalları, geçmiş tecrübelerden elde edilen bilgi ve içsel süreçlerden edindikleriyle bir araya getirir (Gawande 2008: 63).

Son olarak, kültür ve deneyimin bilinçdışı etkileri sonucu şekillenen tek şey algı değildir. Nörobilim, algının diğer pek çok yönünün de bilinçsiz olduğunu göstermiştir. Yine görme olayına dönecek olursak, gördüğümüz her şey zihinde bilinçli olarak mevcut değildir (krş. Raichle 2010). Beyinde görmeyle ilgili toplam 30 civarı bölge vardır ve bunlar eski ve yeni görme yolakları olarak ikiye ayrılır (Ramachandran 2004: 24–39). Gözde yeni görme yolağı tahrip olsa bile -örneğin bir kaza sonucunda- denek hala hasar görmüş gözüyle görebilir; ancak kişi gördüğünün bilincinde değildir. Gerçekten de bu kişiden bir nesneye dokunması istendiğinde bile kişi, nesneye dokunabilmesine rağmen, söz konusu nesneyi göremediğini bildirmiştir. Bu duruma “kör görüşü” denilmektedir. Ramachandran (2004: 29) kişinin göremediği veya en azından gördüğünün bilincinde olmadığı bir şeye uzanıp dokunmasının ne anlama geldiğini sorgulamaktadır. İnsanların yeni görme yolaklarına zarar veren kör görüşü, nörobilimin keşfetmekte olduğu algı ve kavramanın bilinçli olmayan yönlerine bir örnektir. Çeviribilim çeviri sürecine model oluşturmaya ve alıcıların çevirilere olan yaklaşımlarını anlamaya çalıştığı için, bilinçli olmayan bilgi ve algıların dikkate alınması önemlidir.88.Bilinçli olmayan algıya dair diğer örnekler Gladwell’in (2005) çalışmasında bulunmaktadır.

3.Nörobilim ve algının çeviribilim üzerine çıkarımları

Algıya ilişkin nörobilim bulgularının kültürün çevirisine ve çevirmenlerin karar verme sürecine sunabileceği önerilerin önemi açık ve net bir şekilde görülmektedir. Nörobilimdeki araştırmalar şu gibi soruları gündeme getirmektedir: Bilinçli olmadığımızda algıladığımız şey nedir? Bilinçsiz olduğumuzda algılamadığımız şey nedir? Bilinçdışı bir şekilde algıladığımız şeyler, bilinçli olarak algıladığımız şeyleri nasıl etkilemektedir? Algının bilinçli olmayan özellikleri çeviri seçimlerini nasıl etkiler? Özellikle bilinçdışı bir şekilde algıladıklarımızın çeviride kültürü ele alışımız, yargılamamız ve iletmemiz üzerindeki etkisi nedir? Kültür ve deneyim gerçekten algıyı şekillendiriyorsa çevirmenler kültürel farklılıkların algılanmasıyla ilgili zorlukların üstesinden nasıl gelmekte ve bu farklılıkları çeviri alıcılarına nasıl iletmektedir? Bununla birlikte, çeviri alıcıları yabancı kültürel farklılıkları değerlendirmekte, kabul etmekte ve bir bütün haline getirmekte ne gibi zorluklar çekmektedir? Kültürel çeşitliliğin iletimi hem kültürel ve ideolojik çerçevelerin hem de insan vücudu, beyin ve algı sistemlerinin temeline ters düşmektedir. Bununla ilişkili olarak, algıya ilişkin nörobilim bulguları temel alınacak olursa, çevirmenlerin ve alıcıların diğer kültürleri doğuştan gelen etnomerkezci bir önyargıyla kendi kültürü açısından ele alma eğiliminde olduğu sonucuna varılabilir. Bu kültürel önyargı, çeviri süreci ve ürünlerinde nasıl hafifletilebilir?

Algının büyük oranda bilinçli olmayan bir şekilde oluşması bir çeviri modeli oluşturmayı da karmaşıklaştırmaktadır. Çevirmenlerin (ve alıcıların) metinde (hem kaynak hem hedef metinde) ne algıladığı sadece bilinçdışılıkla ilintili değildir; bu aynı zamanda bu kişilerin kendi kültürel çevrelerine ve kişisel deneyimlerine de bağlıdır. Öyleyse, algı ve hassasiyetin yeni ve farklı olanla genişlemesi veya değişmesi sadece irade, iyi niyet ve arzuyla ilgili değildir; bu durum muhtemelen öncelikle beyinde fiziksel olarak şekillenen yerleşmiş ve bilinçli olmayan cevapların değişmesiyle açıklanabilir. Çevirmenler algılarındaki bilinçli olmayan bileşenlerin ve boşlukların farkında olmak için bilinçli olarak çalışmalı mıdır? O halde, yukarıda tartışılanlar ile paralel olarak, algıyı şekillendiren nörolojik süreç ve temel deneyimleri sorgulamak veya açığa çıkarmak mümkün müdür? Gerçekten de böyle bir özdüşünümsellik (self-reflexivity) geliştirmek mümkün olursa bu süreç çeviri eğitiminin kapsamına nasıl dâhil edilebilir?99.Paradis (2004, 2009) otomatik dilbilim süreçlerinin (örn. dil bilgisi) bilinçli incelemeyle açıklanmasının mümkün olmadığını belirtmektedir. Bu süreçler sadece “kural” bilgisiyle görünür kılınabilir. Aynı durum pek çok bilinçli olmayan algı süreci ve bunlarla ilişkili öğrenmeler için de geçerli olabilir.

Çevirmenlerin, kültürel farklılıkların algılanıp iletilmesine olanak sağlamak için “doğal” görüneni yabancılaştırması ve hedef kültüre “doğal olmayanı” tanıtmasının mümkün olup olmadığı sorulabilir. Bir insan çok dilli ve çok kültürlüyse, buna bağlı olarak algıyla ilişkili olan nörolojik ağlar, kültür ve kategoriler nasıl değişir? Algıdaki bu değişiklikler, beynin kendi içindeki ağ yapısıyla ilgili moleküler biyoloji bulgularıyla nasıl kesişmektedir? Çeviri alıcılarında dolaylı olarak benzer deneyim ve geçişlerin olması mümkün müdür? Bunlar nörobilimin yakın gelecekte ele alacağı ve bilişsel bilimin araştırmaya başladığı sorulardır.

4.Nörobilim ve bellek

Belleğin algıda önemli bir etken olduğunu biliyoruz; fakat nörobilimciler belleğin çeviriye dair diğer ilgi çekici özelliklerini de keşfetmiştir. Modern nörobilimin gelişiminde atılan büyük adımlardan biri iki ana bellek tipi olduğunun keşfedilmesidir. Bu keşif Brenda Milner’ın H.M. olarak bilinen ünlü bir hastası üzerinde yaptığı ve 1950 ve 60’larda yayımladığı araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. H.M. geçirdiği şiddetli epilepsi nöbetleri sonucunda tamamen kuvvetten düşmüş; bu sebeple geçirdiği operasyonda beynin her iki tarafında bulunan temporal lobların bir kısmı ve hipokampüsü çıkarılmıştır. Operasyon sonucunda H.M.’nin nöbetleri durmuştur; fakat beklenmedik bir şekilde hastanın kısa süreli belleği uzun süreli belleğe dönüştüremediği gözlemlenmiştir. H.M. operasyondan sonra deneyimlediği olayları veya temasta bulunduğu insanları, isimleri ve kelimeleri hatırlayamamıştır. Gerçekten de Milner uzun bir süre H.M. ile çalışmasına rağmen, hasta sanki daha önceden doktoru hiç görmemiş gibi her seferinde onunla yeniden tanışmıştır. Başlarda H.M.’nin öğrenme yeteneğinden yoksun olduğu düşünülmüştü; ancak Milner bu kişinin bazı fiziksel yetenekleri kusursuz bir şekilde geliştirmesine izin veren bir bellek yolağına sahip olduğunu keşfetti. Bu araştırmanın sonucunda belleğin ayrı bir zihinsel işlev olarak ortaya çıktığı, hipokampüs kaybının yeni kısa süreli belleği yeni uzun süreli belleğe dönüştürme yeteneğine zarar verdiği ve en az iki tip uzun süreli bellek olduğu ortaya çıkmıştır (krş. Kandel 2006: 129). Bu iki tip uzun süreli bellek bilinçli ve bilinçli olmayan bellektir. Genellikle, sırasıyla, açık bellek ve örtük bellek ya da bildirimsel bellek ve prosedürel bellek (bildirimsel olmayan bellek) olarak bilinmektedir (Kandel 2006: 132). Bu ayrım makalenin devamında çoğunlukla açık ve örtük bellek terimleriyle verilecektir.

Bilinçli olmayan bilgi ve farkındalık olmadan dünyayı anlayamazdık. Örtük veya prosedürel bellek oldukça önemli olmakla birlikte, araba sürmeyi, eş zamanlı konuşmayı ve manzaradan keyif almayı mümkün kılar. İnsanlar genellikle örtük veya prosedürel belleğe ait anılarının bilinçli olarak farkında değildir. Örneğin, bisiklet sürerken fiziksel olarak ne yapmamız gerektiğini her defasında düşünmeyiz. Benzer şekilde, kişinin ana dilinde otomatik olarak kullandığı biçim sözdizimsel özellikler de açık bellek tarafından şekillenmez (krş. Paradis 2004: 15). Örtük bellek ayrıca hızlı tepki verilmesi gereken acil durumlarda da önemlidir. Bu iki tür uzun süreli bellek ile, yukarıda tartışılan yeni görme yolağının bilinçli görüş alanı ve eski görme yolağının kör görüşüyle anılan alan benzeşiktir. Örtük ve açık belleğin yapı ağları ve nöral yolaklardaki farklılıklar oluşmaya başlamıştır.1010.İki tür uzun süreli belleğin beyinde nasıl var olduğu ve bunların beyindeki farklı yolakları, örn. hipokampüsten geçen prosedürel belleğin ve örtüğü belleğin yolağı, için Kandel’ın çizdiği şemaya bakın (2006: 130).

Kısa süreli ve uzun süreli bellekteki mekanizmaların çoğu moleküler biyoloji düzeyinde kanıtlanmıştır. Bu süreçte Nobel ödüllü Eric Kandel önemli bir rol oynamıştır.1111. Kandel (2006) nörobilimden farklı alanlarda çalışan eğitmenler veya genel kitle için, bellek ve nörobilimle ilgili çalışmalara giriş niteliğinde bir inceleme yazısı yazmıştır. Uzun süreli belleğin oluşmasının önemli bir özelliği de beyindeki fiziksel değişimleri, özellikle aksonlarda yeni uçların ve nöronların büyümesini (Kandel 2006: 254–75) veya yeni nöronların büyüyüp yeni nöral ağların oluşmasını içermesidir. Uzun süreli bellek ve öğrenme beyin mekanizmasında gözle görülür fiziksel değişiklere sebep olur. Kandel’ın (2006) belirttiği gibi, bellek üzerine çalışan nörobilimciler kişilerin komplike düşünme becerilerini irdelemekte ve bilinçliliği mümkün kılan mekanizmaları araştırmaktadır.

Algı ve bellek konularında bilinçli olmayan bilgi ve belleğin önemi üzerine yapılan araştırmalar arasındaki ortak nokta dikkat çekmektedir; fakat çeviribilim açısından bakıldığında, nörobilimin günümüzde bellekle ilgili yaptığı araştırmalar algıyla ilgili çalışmalara kıyasla daha fazla heyecan uyandırmaktadır. Örneğin fareler üzerinde yapılan ilginç bir deney uzun süreli bellekteki anıların karmaşık yapısını ve nasıl yeniden kazanıldığını araştırmaya başlamıştır (Tsien 2007). Deneydeki fareler, temsili tehlikeli durumlara tabi tutulmuştur. Bu tehlikeler; “deprem” (kutunun sallanması), “asansörden düşüş” (kontrollü düşüş gerçekleştirilirken kutunun içinde bulunma) veya “yırtıcı hayvan saldırısı” (keskin bir rüzgâr hissi oluşturan havanın sırtlarından üflenmesi) gibi durumlardır. Araştırmacılar, hipokampüste bulunan çok sayıda nöronu gözlemleyebilmiştir. Beynin bu bölümü insanların kısa süreli belleği uzun süreli belleğe dönüştürmesinde merkezi konumdadır. Araştırma, anılara yeniden ulaşıldığında bu anıların hipokampüste topluca ateşlenen “nöron gruplarında (cliques)” depolandığı sonucuna varmıştır. Buna karşılık, “nöron grupları” bileşenlerine göre (konum, renk, tehlike ve bedensel hareket gibi şeyleri temsil eden birbirinden ayrı çok algılı sinyallerden oluşurlar) ve hiyerarşik olarak (örneğin tehlikenin alt küme atakları ve olağandışı bedensel hareketleri içerdiği durumlar sonucunda bedensel hareketin sallama ve düşme olarak karşılık bulması) düzenlenmiştir. Bir kez oluştuğunda, bu bellek modellemeleri artık uzun süre kullanılabilir ve modellemeler farelerin beyin dalgalarında kendiliğinden, hatta bazen hayvanlar uyurken, oluşur.

Benzer bulgular insanlar için de edinilirse, bu araştırma çeviribilimin meseleleriyle oldukça alakalı olacaktır. Çalışmalar çeviribilim literatüründe yaygın olarak kabul gören ve tartışılan dilin anlamsal ve hiyerarşik özellikleri ile bellek yapılarının uyumunu öngörmektedir. Kavram ve kelimelerin bileşen özelliklerinin diller arası gösterdiği farklılıkların çevirmenler için önemli bir sorun teşkil ettiği ve bunun çeviri seçimleri yapılırken karşılaşılan bir mesele olduğu yıllardır kabul edilmektedir Aynı durum dilin hiyerarşik yapısı için de geçerlidir.1212.Örneğin Nida’da dil asimetrilerinin hiyerarşik ve bileşen analizlerini karşılaştırın (1964: 73–76). Uzun süreli belleğin genel anlamda anlamsal ve hiyerarşik olarak düzenlenmiş olduğu ortaya çıkarsa, araştırma dilin biyomoleküler düzeydeki işleyişi için genel bir çerçeve öne sürecek ve dilin bildirimsel yönleriyle beynin örtük ulamsal düzeninin nasıl kesiştiğini gösterecektir. Kültür ve deneyimle şekillenen belleğin bu hiyerarşik ve bileşen özellikleri çeviri sürecine ve çevirinin bilinçli ve bilinçli olmayan düzeyde alımlanmasına bağlıdır. Açıkçası nörobilimin bu alanı yakından izlenmelidir.

Son olarak, daha önceden de belirtildiği gibi, kısa süreli belleğin uzun süreli belleğe dönüştürülmesiyle ilgili yapılan çalışmalar oldukça ilerlemiştir. Uzun süreli belleğin oluşması için çok sayıda verinin gerektiği bir süredir bilinmektedir. Genellikle bir uyaran, tekrarlar arasında uygun dinlenme araları verilerek (ortalama 20 dakika) birkaç kez tekrarlanmalıdır (Fields 2005, krş. Kandel 2006: 264–66, 309). Ayrıca dinlenme sürelerinde denekler, kısa süreli belleğin kesilme veya silinmesine, dolayısıyla uzun süreli belleğin oluşmasının engellenmesine, yol açacak yeni bir uyarana hemen maruz bırakılamaz. Tek seferlik ekspozür, canlı üzerinde sarsıcı ve yıkıcı bir etki bırakmadığı takdirde, bir kavram veya deneyimin hatırlanmasında her zaman -ve hatta normalde- yeterli değildir. Bu gibi durumlar genellikle çok sayıda eş zamanlı nöronal ateşleme gerektirmekte ve sıklıkla duygu yüklü ve çoklu-duyusal uyarıları içermektedir.1313.Kandel (2006: 264–65) bu gibi anılara değinmiştir. Sadece bazı durumlarda (örn. yukarıda bahsedilen travma geçiren fareler vakasında) uzun süreli belleğin oluşturulmasında tek bir olay yeterli olacaktır.

5.Nörobilim ve belleğin çeviribilimle ilişkili çıkarımları

Nörobilimin algıyla ilgili yaptığı çalışmalar çevirinin sadece algılanabilir dünyanın doğasına veya bilinçli bilgiye bağlı olmadığını bize hatırlatmaktadır. Bütün çevirmen ve çeviri alıcılarının algıları kendi kültürleri tarafından şekillenir ve bu kişiler çeviri üretim ve tüketimlerini sürekli olarak kültürün belirlediği yollarla gerçekleştirmeye meyillidir. Kültürel çeviride bu oluşumlar algı ve belleği tamamıyla birbirine bağlar. Bunlar kültürel farklılıkların çevrilmesi sürecinde olası bilinçli olmayan kısıtlamaları ve çevirinin alımlanmasındaki kültürel başkalığa gösterilen olası direnci oluşturmaktadır. Ayrıca bellekle ilgili araştırmalar, hem açık bellek ve bilgiye etki eden bilinçli olmayan nöral ağların (duyusal ve deneyimsel), hem de örtük (prosedürel) belleğin temel görevini açığa çıkarmıştır. Nörobilimin bellek konusunda sunduğu gelişmeleri çeviribilim kendi söylemlerine ekleyerek, çeviriye ilişkin bu tür bilinçli olmayan mevzuları üretken bir biçimde ele alabilecektir.

Nörobilimin belleğe dair yaptığı araştırmaların önemi çevirmen veya çeviri kullanıcılarının bilişlerindeki örtük yönlerin sorgulanmasından ibaret değildir. Bellek araştırmaları, çeviri yöntemleri ve bilinçli öğrenmeyi ilişkilendiren heyecan verici sorular sormakla birlikte, kültürün yeni yönleri, göstergesel işlevin oluşumundaki yeni kalıplar ve yeni bilgilerin öğrenilmesini kolaylaştıran durumlara değinmektedir. Burada nörobilim ve bellekle ilgili çalışmalar yine kültürel çeviriden bahsetmekte ve en az yirmi yıldır çeviribilimin merkez söylemini oluşturan kültürel üstünlük karşıtlığı gibi mevzulardan söz etmektedir. Uzun süreli belleğin oluşumunda rol alacak yeni uyaran ve deneyimlerin belirli dinlenme araları verilerek yapılan aktarımı önemli bir bulgudur; yeni bilgilerin entegrasyonunu teşvik edecek ve hedef kitlenin açık belleğindeki kültürel eğilimleri dönüştürecek etkili çeviri tekniklerinin oluşumunu desteklemektedir. Bu araştırma çevirmenlerin göz önünde bulundurabileceği strateji ve fırsatlara işaret etmektedir.

Ayrıca bellek ve nörobilimi ilişkilendiren araştırmalar çevirmenlerde ve benzer alıcı kitlelerde kavram esnekliğini yaygınlaştırmak için ilginç imkanlar sunmaktadır. Bellek büyük ölçüde bileşen ve hiyerarşi temelli bir yapıya sahip ise, çeviribilimin araştırmak isteyeceği konulardan biri de ikinci veya üçüncü dil ve kültürlerde bulunan yeni bileşen ve hiyerarşik düzenlemelerin çevirmenin örtük bilişsel düzeydeki düşüncelerinde nasıl öğrenilip bütünleştirildiği ve somutlaştığıdır. Bu bütünleşme, çevirmenin hâlihazırdaki anı dizisini artırıp genişletir mi; yoksa beynin içine alternatif bir anı dizisi modellenir ve (çeviri sürecinde de olduğu gibi) bu iki model sadece belirli anlarda bağlanıp bütünleştirilerek aralarında geçiş mi yapılır? Her iki seçeceğin de var olması ve bu nedenle de çevirmenlerin geçtiği süreçlerin büyük farklılıklar göstermesi mümkün müdür? Son olarak, ikinci dilden elde edilen kavramsal düşünceyle ilişkili yeni materyallerin, birinci dille ilgili olan açık bellekle hiçbir zaman tam olarak bütünleşmemesi söz konusu olabilir mi? Açıkçası bu sorular ışığında öğrenilecekler, çeviri pedagojisi, çeviri uygulaması ve de çeviri teorisiyle doğrudan ilişkilidir.1414.Groot ve Kroll’un çalışmasında benzer sorular sorulmuş ve konuyla ilgili tartışmalar yapılmıştır (1997: 7–10, 145–200).

Kategorik ve kavramsal belleğin nörolojik yapısıyla ilgili mevzular çevirmen faaliyetleriyle ilişkilidir, fakat belki de bunların hedef kitlenin çeviriye verdiği cevapla daha çok ilgisi vardır. Bir çevirmen hedef kitlenin uzun süreli bellekte kodlanmış ve çevirilerin alımlanmasını şekillendiren veya hatta kısıtlayan bilinçli olmayan bilişsel tepkilerini nasıl kabul edebilir ve yönetebilir? Çeviri alıcıları yazılı veya sözlü metinlerin bilişsel alımlanmasında, çeviriyle etkin hale getirilen kavram ve kategorilerin bellekle ilişkili hiyerarşik ve bileşen temelli yapılaşması sebebiyle, yerelleştirmeye kaçınılmaz olarak eğilim göstermektedir midir? Çevirmen, hedef kitlenin kategorik düşünmesini genişletmek ve hem diğer kültürlerin belirli özelliklerini hem de çevirileri hatırlanabilir (yani açık uzun süreli bellekle bütünleşmiş) hale getirmek niyetindeyse, nörobilimin uzun süreli açık ve örtük bellekle ilgili yaptığı günümüz araştırmaları ışığında ne gibi çeviri stratejileri edinilebilir? Bunlar, nörobilim ve çeviribilimin kesiştiği noktada duran bellekle ilgili sorulardan bazılarıdır.

6.Beyin plastisitesi

Önceden yetişkin bireylerin beyninde yeni nöronların oluşmadığı ya da büyük değişikliklerin meydana gelmediği düşünülmekteydi; fakat artık insan beyninin tahmin edilenden daha esnek bir yapıya sahip olduğu biliniyor. “Plastisite” beynin esnekliğini belirtmek için kullanılan yeni bir kavramdır. Son yirmi yılda yapılan araştırmalar, nöronların yetişkin insan ve hayvan beyninde benzer şekilde gelişebileceğini, hatta geliştiğini; ayrıca artık işlevlerine ihtiyaç duyulmayan beyin bölgelerinin yeni kullanımlara tahsis edilebileceğini göstermektedir. Plastisite kavramı akademik çevrelerde oldukça yaygın olmakla birlikte genellikle nörobilimde kullanıldığından farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Plastisite, insanların yeni şeyler öğrenme yeteneğinden çok daha fazlasını içerir. Daha önceden belirtildiği gibi nörobilimde plastisite kavramı, nöron ve nöral yolakların fiziksel değişimi veya yeni nöronları oluşumuna işaret etmekle birlikte, beyinde kullanılmayan kısımlara ihtiyaç kalmadığında beynin bu bölgelerini yeni kullanımlara açma yeteneğini gösterir. Nörobilimde plastisite, mikro düzeydeki sinaps ve nöronlardan beynin makro düzeydeki ağlanmasına uzanan fiziksel bir özelliktir. Bilimsel söylemde plastisitedeki değişimler zaman alır: Plastisitenin işlevi sadece kısa süreli belleği uzun süreli belleğe dönüştürmeden ibaret değildir ya da beynin hızlı öğrenme ve uyum sağlama yeteneğine işaret etmez. Plastisite beyindeki fiziksel değişimleri içermektedir ve bu değişimler kısa bir sürede gerçekleşmez, bazen aylar hatta yıllar alabilir. Nörobilimdeki plastisite teriminin önerdiği bilişsel esneklik, insanların bilişsel olarak değişim ve gelişimin becerilerinin değerlendirilmesi açısından çok önemlidir. Beynin gelişim ve değişimine dair bulgular ümit vericidir; çünkü nörobilim yaşlanmayla ilgili fizyolojik değişimlere dair net kanıtlar da sunar. İnsanlar yaş ilerledikçe daha zor öğrenmeye ve hatırlamaya başlar. Ayrıca aşağıda da göreceğimiz gibi, bazı bulgular bellek ağlarının uyum gösterme yetisindeki bazı kısıtlamaların erken yetişkinlik döneminde beyinde meydana geldiğini göstermektedir. Bu gibi kısıtlamaların beyin plastisitesiyle dengelenmesi kısmen mümkündür.

Görüldüğü üzere, uzun süreli bellekteki anılar beynin içinde ağlanıp konumlanmaktadır. Bu ağlanma yakın bir zamana kadar büyük ölçüde nöronlar arasındaki sinapslarla ilişkili olan nöral örüntülerdeki değişimlerle açıklanmaktaydı. Örneğin, sinapsın iki ucundaki nöronlar eş zamanlı uyarıldığında bu iki nöron arasındaki bağlantının tercihen güçlendiği ve iki nöron arasında sabit bir ilişki oluştuğu bilinmektedir (Kandel 2006). Daha yeni çalışmalar beyindeki beyaz maddenin, yani beynin farklı bölgelerinde nöronları birbirine bağlayan sinyal kanalları görevi gören akson liflerindeki miyelin kılıfının fiziksel değişimlerine odaklanmıştır (bkz. Fields 2008). Nöral ağlanmanın temel özelliklerinden biri, beynin farklı bölgelerinden gelen sinyallerin bağlantı ve koordinasyonudur. Bu sayede bellek ve duyusal girdinin pek çok bileşeni eş zamanlı olarak tek bir düşünce, algı ve bellekte birleşebilir. Aksonlar üzerinde yer alan miyelin kılıfının asıl görevi beynin farklı bölgelerinden gelen uyaranların hızını düzenlemektir. Böylece ilgili bütün sinyaller eş zamanlı olarak birbirine eklemlenip bağlanır. Beyindeki mesafeler büyük ölçüde (moleküler mesafe açısından) değişim gösterdiği için bazı sinyaller hızlandırılması, bazılarının ise yavaşlatılması gerekmektedir. Aksonlar üzerinde bulunan miyelin kılıfının kalınlığının sinir lifinin çapıyla olan ilişkisi, nöral sinyallerin hızını belirlemede etkilidir (Fields 2008: 54–57). Sinir lifinin miyelin kılıfı oluştuğunda aksonlar üzerinde meydana gelebilecek değişiklikler kısıtlanır: Bir aksonun deneyime cevaben yeni dallar oluşturup diğer dalları kırpması çok daha zordur (Fields 2008: 57); bu nedenle diğer bir nöral yolakla yeni bir bağlantı oluşturmaya başlar ya da buna benzer bir bağlantıyı ortadan kaldırır. İlginç bir şekilde, insanların ön beyin olarak bilinen daha üst beyin merkezinde bulunan nöronlar, tam miyelin kılıfını bireyin sadece erken yetişkinlik döneminde (genellikle 20’li yaşlarda) edinmektedir. Yani ergenlik döneminin sonunda pek çok beyin yolağı artık daha sabit, daha az şekil verilebilir ve az uyum sağlayabilir hale gelir (Fields 2008: 56–57). Bu daha sabit olma durumu yetişkin insanların ergenlere kıyasla daha iyi muhakeme yapmasıyla ilişkilendirilebilir; fakat miyelinleşmeyle ilgili yapılan araştırmalar beyin plastisitesi hususunda -özellikle insanlar yaşlandıkça- biraz iç karartıcıdır.

Beyin esnekliğinin en kapsamlı biçimde ele alındığı üçüncü önemli nörobilim bulgusu beyinde bulunan ayna nöronların keşfidir.1515. Rizzolatti ve ark. (2006) ayna nöronlara genel bir bakış sunmaktadır. Ayna nöronlar normalde plastisite başlığına dahil değildir; fakat insanların yeni ve alışık olmadığı şeyleri öğrenme ve anlama becerilerinde, dolayısıyla değişiklik yapmaları konusunda merkezi konumdadır. Ayna nöronlar bütün beyne yayılmıştır. Bu nöronlar, hem birey hedefe yönelik bir hareket yaptığında, hem de başkasının aynı hareketi yaptığını gördüğünde ateşlenir. Belirli faaliyetler için modeller kodlamanın yanı sıra, ayna nöronlar aynı zamanda bireylerin eylemleri gerçekleştirmesine ve gözlemlendiğini anlamasına olanak sağlar (Rizzolatti ve ark. 2006: 56).

Deneyler, insanların ve bazı primatların ayna nöronlar sayesinde başkalarının duygu ve düşüncelerini anladığını göstermiştir. Bu gibi şeyleri beyindeki doğrudan bir eşleştirme mekanizması aracılığıyla kavrama becerisi sosyal hayatı büyük ölçüde kolaylaştırır. Bu beceri daha karmaşık sosyal davranışların yer aldığı kişilerarası ilişkilerin bazılarına nöral bir temel sağlayarak, başkalarının davranışlarını kavrama sürecinde temel motor hareketlerini karmaşık bilişsel bir mekanizma gerektirmeyen bir semantik ağa yerleştirir (krş. Rizzolatti ve ark. 2006: 59). Mevcut çalışmalar ayna nöronların gözleme dayalı öğrenme, taklit, dil edinimi ve kullanımındaki rolünü araştırmaktadır. Ayna nöronlar iletişimin iki yönünü açıklayabilir: parite (gönderen ve alıcı için mesaj aynıdır) ve doğrudan kavrama (bireylerin birbirini anlaması için önceden anlaşmaya varmalarına gerek yoktur, örneğin rastgele seçilmiş semboller üzerinde).1616.Bkz. Rizzolatti ve ark. (2006: 61).

Ayna nöronların keşfi beyin plastisitesine olumlu bir bakış açısı sunmakla birlikte çeviribilime katkıda bulunacak umut verici nörobilim araştırmalarındandır. Çevirmenler açısından iyi bir keşif olan ayna nöronlar, zamanla nöronların esnekliğini kaybetmesine neden olan miyelinleşmenin aksine, kişinin ömrü boyunca işlevini sürdürmeye devam eder. Ayna nöronlar kişinin başkalarını gözlemleyerek öğrenmesine olanak sağlar. Ayrıca diğer insanların hareketlerinin ve bu hareketlerin ne anlam ifade ettiğinin diğer bir bilgiye gerek duymaksızın doğrudan kavranmasına yardımcı olur. Ayna nöronlar, empati ve başkalarını anlama konusunda bir etken olabilmekle birlikte, öz farkındalık, içe bakış ve özdüşünümsellik ile ilişkilendirilebilir (Ramachandran Colapinto’dan alıntılamıştır 2009: 87). Ayna nöronların bütün bu işlevleri, diğer kültürleri doğrudan deneyim yoluyla ya da dolaylı olarak temsil yoluyla anlama ile ilgilidir.1717.Videolar da bir temsil biçimi olduğundan ötürü, ayna nöronları konu alan deneylerin videoları umut verici önermeler sunabilir. Rizzolatti ve ark. (2006) bu noktanın önemini atlamış görünüyor. Çeviriler de dahil olmak üzere pek çok farklı türün temsilinin, ayna nöronları (insanlar üzerinde yapılan fiziksel gözlemlerde olduğu gibi) tetikleme gücüne sahip olduğu belirtilmektedir. Ayna nöronlar, iyi çevirmenlerin becerilerine ve de muhtemelen çeviri yanlısı okurların niteliklerine katkıda bulunmanın yanı sıra, insanların kültürel farklılık ve yenilikleri anlama becerileriyle de ilişkilidir. Dil edinimi ve kullanımında ayna nöronların rolüyle ilgili yapılan keşifler çeviribilim için büyük önem arz edecektir.

7.Beyin plastisitesinin çeviribilimle ilişkili çıkarımları

Anıların beyinde kodlanma şekline çeşitli açılardan bakıldığında, kişilere özgü yerel kavramların neden yerleşik ve değiştirilmesinin zor olduğu konusunda fikir sahibi oluyoruz. Bu nedenle nöral döngünün iç yapısı, özellikle kültürel çeviri ile ilişkilidir. Nörobilim, diğer kültürel kavramsallaştırma kalıplarını öğrenirken, öğretirken veya bunlar hakkında yazarken mevcut kavramların ve kategorilerin çoğaltılmasında zorluklarla karşılaşılacağını öne sürmektedir. Beyin plastisitesi, nörolojik modellemelerin içinde oluştuğu kültürel çerçeveleri değiştirmede önemli bir etkendir. Yeni nöronlar oluşabilir, yeni yolaklar gelişebilir ve beyin bölgeleri yeni kullanımlar için tahsis edilebilir.

Plastisiteyle ilgili yapılan araştırmalar aynı zamanda kategori, kavram ve ağlanma ile ilgili değişimlerin yeni şeyler öğrenmede iradenin kullanılması ya da farklılıkları kabul etmek için iyi niyet gösterme meselesi olmadığını göstermiştir. Nöronlardaki fiziksel değişiklikler ve nöral yolaklardaki geçişler; bellek, ilişkilendirme, kavram oluşturma ve kategorilerin algılanmasının bir parçasıdır. Bütün bu faktörler çeviriyle, özellikle de kültür ve kültürel farklılıkların çevirisiyle ilgilidir. Bu değişimler bilinçli olmayan düzeyde işlenir ve çeviri alıcılarını çevirmenleri etkilediği kadar, hatta daha bile fazla etkiler. Bu bilinçdışı unsurlar, istediğimizde kolayca ortadan kaybolmazlar ve her zaman bilinçli bir değişime tabi olmazlar. Miyelinleşmeyle ilgili yapılan araştırmalar, nöral yolakla bağlantılı bütün sinyallerin etkili olabilmesi için geçici olarak birlikte çalışmaları gerektiğini belirtmektedir. Yeni bir durumla ilgili bütün etkenleri bilmek mümkün olabilir; fakat anlama ve empati kurma için gerekli olan bütün unsurlar eş zamanlı olarak erişilebilir veya düzenlenebilir durumda olmadığı için, çevirmen ya da çeviri alıcılarının bu bilgiyi anlamlı bir kesişim noktasında etkili bir biçimde ya da eksiksiz olarak gerçekleştirmesi mümkün olmayabilir. Miyelinleşme plastisite için kısıtlamalar oluştururken, ayna nöronlar yeni kültürel düzenleme ve uygulamaları öğrenme sürecinde başkalarını anlama, kültürü hem davranışsal hem de bilişsel olarak çevirme ve hatta çevirilerin temsillerinde sunulan kültürel farklılıklara karşı anlayışlı olma konularında kolaylık sağlamaktadır.

8.Sonuç

Çeviribilim pek çok farklı konu ve teorik bakış açısını bir araya getiren geniş bir alandır. Kimsenin çevirinin ortaya koyduğu bütün meseleleri ele alması ya da çeviri araştırmalarının önerdiği becerilerin hepsinde uzmanlaşması beklenemez ya da beklenmemelidir. Bununla beraber, “İki Sonsuz Dizinin Bağlanması: Çeviribilimde Araştırma Yöntemleri” (Connecting the Two Infinite Orders: Research Methods in Translation Studies, 2002) başlıklı makalede mikro ve makro yaklaşımların çeviribilim alanında bir bütün olarak önem taşıdığından bahsetmiştim. Sosyal eleştiriler, ideolojik araştırmalar, edebi incelemeler ve sistem analizlerinin sunulduğu makro yaklaşımlar, dilbilimin mikro yaklaşımları kadar önemlidir. Ayrıca Çeviriyi Genişletmek’in 4. Bölümünde belirttiğim üzere, sosyokültürel yaklaşımdan dilbilimsel yaklaşıma, çevirmenler üzerinde yapılan deneylerden, sunulan çeviri incelemesi odaklı çalışmalara, çeviribilim alanında geçerliliğini uzun süre koruyan sonuçların ortak noktası metodolojilerinin benzer olmasıdır. İlk değerlendirmede, nörobilimin çeviribilime sağlayabileceği katkıların mikro düzeydeki çeviri eylemine farklı bir yaklaşım önerdiği görülmektedir. Ancak bu makalede belirtildiği üzere, çeviribilim ve nörobilim ilişkisinin çevirinin makro düzeyde irdelenmesi için de önemli sunuları bulunmaktadır. Elbette çeviriyle ilgilenen herkesin nörobilime eğilmesine gerek yoktur; fakat çevirinin nörobilimle olan ilişkisi çeviribilimin en önemli başlıca bilinmeyenlerinden olduğu için, bu konunun çeviribilim alanında bir bütün olarak ele alınması gerekmektedir.

Yakın gelecekte çeviribilimdeki en heyecan verici gelişmelerden bazıları, nörobilimle olan ilişkisinden elde edilecektir. Böyle ortak bir çabada, mikro ve makro düzeydeki araştırmalar arasında bağlantılar olduğunun farkında olmak önemlidir: Çeviri ve beynin mikro düzeyini ilişkilendiren araştırmaların yanı sıra, çevirilerin kültürler arasındaki arabulucu ve ideolojik müdahale işlevi gören metinler olarak makro düzeyde ne anlam ifade ettiğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bazı bilim insanları ilk başta moleküler biyoloji düzeyindeki nörobilim araştırmalarının; çeviribilimin bu daha büyük meseleleriyle, çeviri süreçleri, çeviri ürünleri ya da çevirmen eğitimiyle bir alakası olmadığını düşünebilir. Daha önce de bahsettiğim gibi (2002), bu on yedinci yüzyılda teleskop meraklılarının mikroskobun keşfini reddetmesi kadar dar bir görüştür.

Bu makalede ele alınan üç konu -algı, bellek ve plastisite- çeviribilimin sorduğu soruların cevaplanmasına yardım edebilecek nörobilim alanlarından sadece birkaçıdır. Nörobilim araştırmalarının çeviri araştırmacıları ve çevirmenlere önerdiği teorik ve pragmatik çerçeve bundan çok daha geniştir. Ayrıca nörobilimin çeviriyle ilişkilendirilebilecek sunularının büyük bir kısmında çeviri eğitimi konusunda da çıkarımlar bulunmaktadır. Nörobilim alanında yeni teknolojiler geliştikçe, çeviri araştırmacıları çevirinin hem mikro hem de makro düzeyleriyle ilgili deneyler yapabilecek nörobilim ekipleri oluşturacak ve de muhtemelen bu deneylerde yine çeviri araştırmacıları rol oynayacaktır.

İngiltere, Slovakya, İsviçre, İspanya ve Türkiye gibi çeşitli yerlerde bulunan bazı çeviribilimciler, nörogörüntüleme gibi teknikleri kullanarak çeviri ve nörobilim üzerine çalışmaya başlamıştır. Bu deneyler sözlü çevirmenlerin performansından, ilk veya ikinci dile çeviri yapan çevirmenin nörogörüntülerindeki farklılıkların değerlendirilmesine farklı konulara odaklanmıştır. Bütün bunlar iyiye işarettir: Nörobilimcilerin ve moleküler biyologların çeviriyi de kapsayan diller arası iletimlere odaklanmaları an meselesidir. Çevirinin bu başlıca bilinmeyenleriyle ilgili araştırmalar yürütüldüğü sırada çeviribilimcilerin de masada bulunması gerekmektedir.

Notlar

1.Bu makalenin devamında sözlü çeviriyi yazılı çeviri başlığına dahil edeceğim, çünkü bu süreç hem metinsel hem de sözlü-işitsel olabilir.
2.Bilişsel bilimin çeviriye olan yaklaşımları için Danks ve ark. (1997), Shreve (2009) ve atıfta bulunulan diğer kaynaklara bakınız. Bilişsel ve ruhdilbilimsel yaklaşımların iki dillilikle ilgili yaptığı araştırmalar Groot ve Kroll’da (1997) bulunmaktadır. Ayrıca iki dillilik üzerine yapılan bazı araştırmalar başta Paradis’nin çalışmaları olmak üzere (2004, 2009) nörobilimdeki gelişmeler kapsamına dahil edilmeye başlanmıştır.
3.Bu makalede yaptığım alıntıların çoğu bu tür kaynaklardan gelmektedir. Daha detaylı teknik tartışmalar için, genel okuyucu kitlesine hitaben yazılan açıklamalarda atıfta bulunulan kaynaklara ve yayın aşamasına olan dördüncü kitabım Çeviri ve Nörobilim (Neuroscience and Translation)’e bakınız.
4.Bkz. Ellis’in ilgili bulguları (2006: 183–86).
5. Wixted ve Squire (2011) bütünleşmiş bellek yollarının oluşumunda rol alan görsel, mekânsal, zamansal, dokunsal, duygusal ve işitsel vd. deneyimsel yönlerin entegrasyonunu tartışmıştır.
6.Bu makalede bilinçdışı ve bilinçli olmayan terimleri psikoanalitik bağlamda değil, aşağıda bahsi geçen açık ve örtülü belleğe atıfta bulunurken dönüşümlü olarak kullanılmıştır.
7.Bellekten elde edilen veriyi daha iyi anlamamızı sağlayacak gerçek algısal verilerin eksikliğine dair daha teknik bir açıklama Raichle 2010’da bulunmaktadır. Ayrıca bkz. Holcombre 2009.
8.Bilinçli olmayan algıya dair diğer örnekler Gladwell’in (2005) çalışmasında bulunmaktadır.
9.Paradis (2004, 2009) otomatik dilbilim süreçlerinin (örn. dil bilgisi) bilinçli incelemeyle açıklanmasının mümkün olmadığını belirtmektedir. Bu süreçler sadece “kural” bilgisiyle görünür kılınabilir. Aynı durum pek çok bilinçli olmayan algı süreci ve bunlarla ilişkili öğrenmeler için de geçerli olabilir.
10.İki tür uzun süreli belleğin beyinde nasıl var olduğu ve bunların beyindeki farklı yolakları, örn. hipokampüsten geçen prosedürel belleğin ve örtüğü belleğin yolağı, için Kandel’ın çizdiği şemaya bakın (2006: 130).
11. Kandel (2006) nörobilimden farklı alanlarda çalışan eğitmenler veya genel kitle için, bellek ve nörobilimle ilgili çalışmalara giriş niteliğinde bir inceleme yazısı yazmıştır.
12.Örneğin Nida’da dil asimetrilerinin hiyerarşik ve bileşen analizlerini karşılaştırın (1964: 73–76).
13.Kandel (2006: 264–65) bu gibi anılara değinmiştir.
14.Groot ve Kroll’un çalışmasında benzer sorular sorulmuş ve konuyla ilgili tartışmalar yapılmıştır (1997: 7–10, 145–200).
15. Rizzolatti ve ark. (2006) ayna nöronlara genel bir bakış sunmaktadır.
16.Bkz. Rizzolatti ve ark. (2006: 61).
17.Videolar da bir temsil biçimi olduğundan ötürü, ayna nöronları konu alan deneylerin videoları umut verici önermeler sunabilir. Rizzolatti ve ark. (2006) bu noktanın önemini atlamış görünüyor. Çeviriler de dahil olmak üzere pek çok farklı türün temsilinin, ayna nöronları (insanlar üzerinde yapılan fiziksel gözlemlerde olduğu gibi) tetikleme gücüne sahip olduğu belirtilmektedir.

Kaynakça

Colapinto, John
2009 “Brain Games”. New Yorker May 8. 76–87.
Danks, Joseph H., Gregory M. Shreve, Stephen B. Fountain and Michael K. McBeath
eds. 1997Cognitive Processes in Translation and Interpreting. Thousand Oaks, CA: Sage Publications.
de Groot, Annette M. B. and Judith F. Kroll
1997Tutorials in Bilingualism: Psycholinguistic Per-spectives. Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum Associates.
Ellis, Nick C.
2006 “Selective Attention and Transfer Phenomena in L2 Acquisition: Contin- gency, Cue Competition, Salience, Interference, Overshadowing, Blocking, and Perceptual Learning”. Applied Linguistics 27:2. 164–94.
Fields, R. Douglas
2008 “White Matter Matters”. Scientific American March. 54–61.
2005 “Making Memories Stick”. Scientific American February. 75–81.
Gawande, Atul
2008 “The Itch”. New Yorker June 30. 58–65.
Gladwell, Malcolm
2005Blink: The Power of Thinking without Thinking. New York: Little, Brown, and Company.
Goldsmith, Timothy H.
2006 “What Birds See”. Scientific American, 68–75.
Holcombe, Alex O.
2009 “Seeing Slow and Seeing Fast: Two Limits on Perception”. Trends in Cognitive Sciences 13:5. 216–21.
Kandel, Eric R.
2006In Search of Memory: The Emergence of a New Science of Mind. New York: Norton.
Nida, Eugene A.
1964Toward a Science of Translating: With Special Reference to Principles and Procedures Involved in Bible Translating. Leiden: E. J. Brill.
Paradis, Michel
2009Declarative and Procedural Determinants of Second Languages. Amster- dam: John Benjamins Publishing.
2004A Neurolinguistic Theory of Bilingualism. Amsterdam: John Benjamins Publishing.
Raichle, Marcus E.
2010 “Two Views of Brain Function”. Trends in Cognitive Sciences 14:4. 180–90.
Ramachandran, V. S.
2004A Brief Tour of Human Consciousness: From Imposter Poodles to Pur- ple Numbers. New York: PI Press, 24–39.
Rizzolatti, Giacomo, Leonardo Fogassi and Vittorio Gallese
2006 “Mirrors in the Mind”. Scien- tific American November. 54–61.
Sachs, Oliver
2010 “A Man of Letters”. New Yorker 28. 22–28.
Scott, Lisa S.
2007 “UMass Research Aims to Learn What Babies Know”. Interview in Daily Hampshire Gazette December 14. B1.
Tsien, Joe Z.
2007 “The Memory Code”. Scientific American, 52–59.
Tymoczko, Maria
2007Enlarging Translation, Empowering Translators. Manchester: St. Jerome.
2005 “Trajectories of Research in Translation Studies”. Meta 50:4. 1082–97.
2002 “Connecting the Two Infinite Orders: Research Methods in Translation Studies”. Theo Hermans, ed. Crosscultural Transgressions: Research Models in Translation Studies II: Historical and Ideological Issues. Manchester: St. Jerome. 9–25.
Werblin, Frank and Botond Roska
2007 “The Movies in Our Eyes”. Scientific American April. 73–79.
Wixted, John T. and Larry R. Squire
2011 “The Medial Temporal Lobe and the Attributes of Memory”. Trends in Cognitive Sciences 15:5. 210–17.

Yazışma adresi

Maria Tymoczko

Comparative Literature

University of Massachusetts Amherst

AMHERST, MA, 01003

USA

[email protected]